Bedenin Korunma Mekanizması
Hemen hemen tam hayvanlar, bakterileri ve ölü hücreleri hazmeden fagositik hücrelere sahiptir. Makrofaj ismi verilen bu fagositik hücreler, zararlı olan dokulardan ya da bir hayli yabancı hücreler tarafından salınan kimyevi maddeler tarafından bu bölgeye doğru çekilir; aktif hale geçtikleri bu yerde bölgesel bir inflamasyon, can veren hücrelerden kaynaklanan bir akışkan kütlesi ve genellikle cerahat sınan öbür tahrip […]
Hemen hemen tam hayvanlar, bakterileri ve ölü hücreleri hazmeden fagositik hücrelere sahiptir. Makrofaj ismi verilen bu fagositik hücreler, zararlı olan dokulardan ya da bir hayli yabancı hücreler tarafından salınan kimyevi maddeler tarafından bu bölgeye doğru çekilir; aktif hale geçtikleri bu yerde bölgesel bir inflamasyon, can veren hücrelerden kaynaklanan bir akışkan kütlesi ve genellikle cerahat sınan öbür tahrip mahsullerinin yaradılışına neden olur.Bu yavaş ilerleyen ve tamamen seçici olmayan korunma şekli; omurgalılarda vücutsal büyüklük ve yaşam süresi çoğaldıkça, buna geçim sağlamak üzere, ileri derecede özgünleşmiş bir bağışıklık sistemine doğru büyüme gösterir. Mevzu içinde göreceğimiz gibi, bağışık yanıtta rol oynayan bir hayli reseptör, organizmanın gelişimi esnasında hücrelerin hareketini yönlendiren ve hücrelerin dokulara seçici olarak gidip katılmasını sağlayan reseptör proteinlerin evrimleşmesiyle ortaya çıkmıştır. Bağışıklık sisteminin en çok öğrenilen reseptör molekülleri, organizmaya yabancı olan noktalara bağlanan antikor molekülleri olmaktadır. Bu yabancı moleküllerin hepsine birden “antikor üretimine neden olan” anlamına gelen “antijen” ismi verilir. Antijenler her zaman genellikle protein ya da polisakkarit yapısında olan büyük moleküllerdir. Antijenler, bazı bakteriler tarafından salgılanmış zehirli maddeler olarak çözelti içinde özgür halde ya da virüslerin ya da bakteri, polen gibi yabancı hücrelerin dış suratlarında sabit yapılar halinde bulunabilirler.
Antijenler, bedenin korunma mekanizmasında misyon yapan muhakkak hücreleri uyararak bunların ileri derecede özgün olan antikorları -antijenlere bir enzimin substratına bağlandığı özgünlükte bağlanabilen- üretmesine neden olur. Bir antikor zehirli maddeye bağlandığında, onun aktif bölgesini örterek etkinliğini maniler. Antikorların virüsleri inaktive etme yolu ise onların kendi konağını tanımalarını sağlayan reseptörlerine bağlanmaktır. Bununla beraber, antikorlar bir mikroorganizmaya bağlandıklarında, bu hastalık etkenlerini altta açıklanacak olan birkaç mekanizmadan biri yoluyla imhaya uğratır.
İnsanlardaki korunma mekanizması, yalnızca insan kaynaklı olmayan hücresel bilgileri yabancı olarak kabul etmez, aynı zamanda başka şahısların hücrelerini de yabancı olarak idrak etmektedir. İşte bu sebeple uzuv naklinde zafer elde etmek güçtür. Etrafta bulunması olası antijenlerin bu kadar muhtelif olması demek, korunma mekanizması olan bağışıklığın işlevini faal bir biçimde yerine getirebilmesi için teorik olarak milyarlarca antikorun bedende mevcut olması demektir.
Bir hastalığa karşı ilk aşı bir İngiliz hekim olan Edward Jenner’in 1796’da, sığırlarda suçiçeği hastalığına neden olan ve insanlarda ancak orta şiddette hastalık alana getiren sığır-suçiçeği virüsü enjekte edilmiş insanlarda, bu hastalığa karşı bağışıklık büyüdüğünü keşfetmesinden sonra, bağışıklık tepkinleri pek çok çalışmanın mevzusu olmuştur. Bu, tarihteki ilk aşıdır Aşı ya da Latince’de vacca, “sığır” anlamına kazanç. Bağışıklık tepkinlerine ait daha sansasyonel belirtiler, on dokuzuncu asrın ikinci yarısında Fransa‘da Louis Pasteur tarafından elde edilmiştir.
Pasteur’şöhret çok rakamdaki araştırmalarından birinin mevzusu, o sıralarda Avrupa’da koyun ve sığırlarda sürüler halinde vefata neden olan şarbon hastalığı idi. Bu hastalığa muhakkak bir tip bakterinin neden olduğuna inanan Pasteur, bu tipteki bakterilere onları öldürmeyecek fakat yeterince zayıflatacak kadar yüksek sıcaklık uyguladı. Sıhhatli koyunlara bu zayıflatılmış bakterileri enjekte ettiğinde, koyunlarda hafif hastalık bulguları ortaya çıktı ancak bu koyunlar, hastalık faktörüyle tekerrür karşılaştıklarında bir daha hasta olmadılar. Bu sınamalara kuşku ile bakanları ikna etmek üzere Pasteur, zamanın en önde gelen moderni bilim adamlarının katıldığı bir buluşmada deneyini yineledi. İzleyenlerin önünde 25 koyuna zayıflatılmış bakteri enjektör ederken, öbür bir 25 koyuna rastgele bir enjeksiyon yapmadan hakimiyet olarak vazgeçti. Birkaç hafta sonra, yeniden gözlemcilerin önünde, olağan bir koyunu öldürecek ölçünün çok üzerindeki ölçüde ve tamamıyla aktif gidişatta olan bakterileri enjektör etti. Birkaç gün içinde hakimiyet koyunlarının tamamının can verdiği, enjeksiyon yapılan koyunların ise yaşamda ve tamamen sıhhatli olduğu görüldü.
Bugün artık, Pasteur’şöhret aşıladığı koyunların, zayıflatılmış şarbon bakterilerine karşı antikor üreterek tepkin verdiğini öğreniyoruz.
Hayvanın bağışıklık sistemi bu sayede şarbon mikrobunu tanıma ve ortadan kaldırma kabiliyeti kazanmıştır. Peki, bir antijene maruz kalmak, organizmanın antikor üretmesini nasıl uyarabiliyor ve bağışıklık sistemi nasıl olup da “anımsayabiliyor”? Omurgalılarda bağışıklık sistemindeki karmaşa o kadar büyüktür ki, bu suallerin yanıtlarına erişmek neredeyse 200 sene almıştır.